09.11.2001
Kış etkisini iyice göstermeye başlamıştı. Havalar o kadar soğumuştu ki, soğuk insanın iliklerine kadar işliyordu. Arabaları çeken atların burnundan buhar yerine adeta buz tütüyor, okula giden çocuklar ellerinde tuttukları okul harçlıklarıyla ısınmaya çalışıyordu. Kim bilir evlerinde yakacak odunu olmayan insanlar ısınabilmek için ne yollara başvuruyordu. Allah'ım, bu çağda birçok insanın lüks içinde yaşadığı bir dünyada yoksulluk ne kadar da çekilmez bir yaraydı!
Aldığım ihbar, utancın kıyısıydı. Kim bilir, vicdanım beni hangi kıyıya vuracak ve ne kadar hasar alacaktı yüreğim!
Muhabirlikte bize öğretilen konuların başında, haberlerde bir insanı sonradan öldürebileceğimiz ancak ölü olarak gösterdiğimiz birini asla diriltemeyeceğimizdi. Bu nedenle bütün ölüm haberlerinde çok dikkatli olmamız gerektiğini iyi biliyorduk.
Özellikle kaza haberlerinde ölü sayısını, ilk haberde kesinleşmemişse, mutlaka öğrendiğimden daha aşağı rakamlar söylüyor, daha sonra bu sayıyı gelen resmi bilgilere göre doğru bir şekilde arttırıyordum. Çünkü geçtiğimiz her haber tüm kanal, site ve gazetelerde yer alıyordu. Ajans muhabirliğinin belki de önemi burada ortaya çıkıyordu. Haberi doğru yapmak mesleğin kuralıydı. Hele acı bir haberse bu, biraz da vicdanımızın emri oluyordu. Zira doğru haber vermek kadar haberi doğru bir şekilde vermek de önemliydi.
Bir gazeteci yalnızca bir basın yayın organına haber geçerken, muhabir ise tanımadığı, belki de iletişim kuramadığı binlerce site, onlarca gazete ve televizyon kanalına haber çekmiş oluyordu. Bu yüzden yapılacak bir hata bütün basın kuruluşlarının haberi yanlış geçmesine neden olacağından muhabirler, haberi çok dikkatli geçmek zorundaydı.
Gün yeni başlamıştı. Gelen telefon yine dikkat etmem gereken bir ihbarı duyuruyordu. Çünkü gelen ihbar, bir bebeğin açlıktan öldüğüyle ilgiliydi!
Aman ya Rabbim hem de bu çağda! Bir insan açlıktan nasıl ölebilirdi? Besin yetersizliği, düzensiz beslenme değil; açlıktan ölen bir bebek söz konusuydu. Aklım bir türlü almıyor, vicdanım kabullenemiyor, sanki vicdanım ona yalan söylememi bekliyordu. Böyle bir şey nasıl olabilirdi?
Evet, haberi ilk duyduğumda çok şaşırdım ve ürperdim; bu devirde kim açlıktan ölebilirdi ki?
Şimdiki gibi telefonların kayıt özelliği yoktu o zamanlar. Acaba ben mi yanlış anlamıştım yoksa gelen ihbar mı yanlıştı? Aklımda bu sorunun ağırlığı, vicdanımda kışın ayazından daha keskin sızı ve bedenimde muazzam bir ürpertiyle; soruların ruhumu aşındırdığı gibi yolları yara yara ihbarın geldiği yere gittim. Yıkık dökük, damı içeri göçmüş bir ev...
İçeride halının üzerinde göçmüş damdan gelen topraklar... ve üzerine ölü toprağı serpilmiş bir yaşam... Sanki evin içine damdan su yerine yoksulluk damlıyordu.
Evde kimsecikler yoktu. Olanlar ise ev halkı değil, meraklı ve hüzünlü komşularıydı. Muhtarda gelmiş ancak kapının önünde bekliyor, içeri girmiyordu. Sanki olanlardan utanıyor, başını kaldıramıyordu. Öyle ya, komşu komşuya mirasçı kılınacak diye buyuran peygamberin ümmetiydi.
Anne ve babayı sordum doğrudan. Evde değillerdi. Kimse "Yaman" ailesinin nerede olduğunu bilmiyordu.
Ne için geldiğimizi, olayın ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Kafamdaki deli sorular mı, mesleğin bir gereği mi bilmiyorum ama ruhumu kemiren bir şeyler vardı. Bir tek bunu biliyordum. Yanlış eve mi geldik yoksa bu evde cidden bir vaka mı olmuştu. Muhtarın yanına doğru yürüdüm. Beni görünce o da bana doğru birkaç adım attı.
"Evdekiler nerede, burada kim öldü Muhtarım?"
Detayları tam olarak alamamış olsam da yeni doğmuş bir çocuğun vefat ettiğini öğrendim. Çok şey öğrenemediğim için çevrede istihbarat sağladığımız birkaç kişiye numaramı bırakarak ekip arkadaşlarımla birlikte olay yerinden ayrıldım.
Yoldan ofise giderken meslekte ikinci yılını doldurmuş bir muhabir olarak dinlediklerim, her olayda olduğu gibi bu olayda da beni etkilemişti.
Ya ben çok duygusaldım ya da gelişen olaylar çok vahimdi.
Haberin detayları için "Yaman" ailesini araştırmaya başladım. Bebek, gerçekten açlıktan mı ölmüştü? Kulağa dehşetli geliyor bu soru; bir bebek açlıktan nasıl ölebilir?
Her nefis ölümü tadacaktı ama son anlarında hiçbir şey tadamayan bu bebek ölümü böyle mi tadacaktı?
Gerçekten de evlatlarını doyuramayacak kadar yoksul bir aile miydi? Devletin yardımlaşma kurumlarına gitmişler miydi, acaba devletin kapısında ağlayamayacak kadar gururlular mıydı? Yoksa çocuğu için el açamayacak kadar gaddar mıydı? Her ölüm geride kalanlar için bir utanç mıydı?
Tevfik ve Songül, evlendikten sonra yorgan ve yataklarını sırtlarına alarak doğup büyüdükleri köylerinden kopup bin bir umut ve hayalle, Ağrı şehir merkezinin yolunu tutup mutlu bir yaşamın izini sürmüşler.
Kiraladıkları derme çatma evde dört çocuk dünyaya getirmiş Songül.
Baba Tevfik Yaman ise kimi zaman inşaatlarda çalışarak kimi zaman da hamallık yaparak ailesini geçindiriyor. Bu mutluluk bir süre devam ediyor ancak Tevfik’in inşaattan düşüp belinden sakatlanmasıyla talihsizlikler başlıyor. Yaşamın şarkıları her zaman şen olmaz, hüzün bizim fıtri bir parçamızdı. Acı da öyle...
Aile, o sakatlıktan sonra yoksullaşıyor ve yaşamını idame ettiremeyecek duruma düşüyordu. Sakatlığın yeni başladığı dönemlerde doktor doktor gezen Tevfik Yaman, nereye gittiyse de tedavi olamıyor, gün geçtikçe durumu daha kötüye gidiyordu. Tabi çalışmadığı günlerde bakkala olan borcu da katlandıkça katlanıyordu. Ama ailenin bu yoksulluğa direnecek gücü de günden güne azalıyordu.
Tüm bu sıkıntılı ve stresli günlerinde yeni bir evlatları dünyaya geliyor. Dördüncü evlatlarına Gökmen adını veriyor Songül. Acının ve gözyaşının içine birde tertemiz bir beden ekleniyor. Belki de yeni bir umut. Mavi gözlü ve sarışın demekmiş, Gökmen. Hakikaten de adına yakışan bir görüntüsü varmış Gökmen'in. Mavi gözler ve sarı saçlar onu dünyanın en tatlı bebeği yapıyordu. Bu gözler göğün mavisi gibi sonsuz bir umut veriyormuş Songül'e.
İlk aylarda sorunsuz bir şekilde bakmaya başlamışlar. Songül’ün, yeterli beslenememekten sütü kesilince açlığı ilk o zamanlar tadıyor küçük Gökmen. Mahalle bakkalı borç vermemeye başlıyor, öyle ya her şey üst üste gelir zor zamanlarda. Gökmen bebeğin mama takviyesi alması gerekiyor. Ve Mama Mahalle bakkalında satılmıyor, aslında satılmasının da bir anlamı yoktu zaten alamazlardı.
Sekiz aylık olana kadar mahalleli bakıyor aileye ve küçük Gökmen’e. Talihsizlik "Yaman" ailesinin peşini bırakmıyor. Bir oda bir salondan oluşan evlerinin damı kar sebebi ile çöküyor. İçeride damdan gelen toprak ve havadan gelen soğuğun etkisi evin her tarafına yayılıyor. Kış şartları da küçük Gökmen'e vahşi pençelerini göstermekte geri kalmıyor. Kartopu misali yerde süründükçe artıyor acılar ve dağ gibi büyüyen acılar çığ olup düşüyordu Gökmen bebeğin minik yüreğine.
Allah, Yaman ailesini bir yandan soğuk diğer yandan açlıkla sınamıştı adeta. Gökmen'in soğuktan üşüyen bedeni ve ağlayan gözleri, ağzından çıkan yürek burkan tınılar...
Ve O gece...
Yaşananlara şahit olan her şeyin utandığı o gece...
Ağlayan oğlunu susturamıyor Songül anne. Yoksunluğun verdiği çaresizlikle kalkıp “Oğlum aç, makarna yapayım.” diyor kendi kendine Songül. O çaresiz anne makarnayı yapamadan, bebeğini doyuramadan Gökmen bebek, soğuğun ve açlığın kurbanı oluyor.
Dünya dursaydı ya, şatafatlı sofralar dile gelseydi ya!
Aynı gezegende yaşayan bir bebek açlıktan ölüyor, siz nasıl tok yatabiliyorsunuz, derlerdi hep bir ağızdan haykırarak.
Kendimi çok suçlu hissettim. Bu vebalde benimde payım var diye düşündüm. Hz Ömer, yönettiği şehirde aç susuz var mı diye her gün boşuna mı şehri sokak sokak gezerdi.
Bu öğrendiklerimin ardından ofiste duramamıştım. Soluğu ailenin oturduğu evde aldım. Kısa süre sonra Tevfik ve Songül çifti 3 çocukları ile beraber, bir evlatlarını kaybettikleri eve hüzünle döndüler.
Başları öne eğik, boynu bükük aile bizi fark etmiyordu ta ki biz, ‘Başınız sağ olsun’ diyene kadar.
Bize ne diyeceğini bilmeyen acılı baba, utanma duygusu ve bir yandan da mahcubiyet yaşıyordu. Oysa biz utanmalıydık. Yetmiş milyon bir Ömer olamamıştık. Eğik baş bizim olmalıydı. Bu çığlığı duyamamıştık. Kulaklarımız sağır olmalıydı, vicdanımız bizi boğmalıydı. Ve o an Gökmen'in küçük bedeni yerine insanlığımız gömülmeliydi soğuk toprağın bağrına.
Kendimizi tanıtıp olayı sorduğumuzda, cebinden çıkardığı tütünü yakıp derin bir nefes aldı. Bize, “Allah razı olsun” der gibi başını sallayabilmişti ancak.
O harabe evde ‘Açlıktan İnsan Ölür mü?’ sorusuna cevap arıyorduk. Bu benim için bir haber değildi artık. Bu benim için bir insanlık meselesi haline dönüşmüştü. Evet, ölüyordu bir bebek. İnsanlığın öldüğü bir gezegende neden bir bebek açlıktan ölmesin ki?
Baba Tevfik Yaman, çocuğuna bakamadığını itiraf etmişti ağlayarak:
“Köyden geldiğimizde her şey yolundaydı. Her gün inşaat ve hamallık işlerine giderek günlük nafakamızı çıkarıyor, huzurlu bir şekilde yaşıyorduk. Ama inşaattan düştükten sonra sırtımda meydana gelen hasardan dolayı çalışamaz hale geldim ve bu bizim ve Gökmen'imizin sonu oldu” diyordu.
"Devletten yardım istemedin mi, komşuların, ailen, akrabaların sana sahip çıkmadı mı?" diye sordum kendisine.
Kafasını önüne eğen ve gözüme bile bakamayan Tevfik Yaman;
“Kim evladını bile bile öldürür?” dedi ağlamaktan yorulmuş sesiyle.
Araya anne Songül Yaman girdi. İçinde hiçbir şey olmayan mutfağını bize gösteriyordu sanki bize utancımızı gösterir gibi. Çocuğuna son yaptığı makarnanın fotoğrafını bile çekmiştim.
Anne ile babayı da yanımıza alarak Ağrı Şehir Mezarlığına giderek çekimlerimizi tamamladık. Anne Songül Yaman’ın 8 aylık bebeğinin emziğini mezardaki toprağın içine gömmesi içimizdeki acının gözyaşına dönüşmesine neden oldu. Bir anne açlıktan ölen bebeğinin emzikle gömülebileceğine inanabiliyordu. Değil mi ki insanlar eskiden en kıymetli eşyalarıyla gömülürdü.
Artık olaydan emindim. Açlık ve sefalet bir can almıştı. Artık kimse “Açlıktan kim ölmüş” diyemeyecekti. İnsanlık, ülkemiz ve ilimiz de yaşayan herkesin sorumlu tutulacağı bir gündü ve beklenen tepki Gökmen bebek öldükten sonra gelişmişti. Şimdi kim yüreğindeki yangını söndürebilir Songül'ün. Onun yüreği şimdi hepimizin yanacağı bir cehennemdi.
Yaptığımız haberin yayınlanmasının ardından Türkiye ve Ağrı halkı beklenen refleksi göstermiş ve hayırsever iş adamları ailenin kapısına koli koli gıda malzemeleri yığmışlardı. Olayın ardından gözyaşlarını tutamayan dönemin Belediye Başkan Yardımcısı Nevzat Yıldırım, ailenin acil ihtiyaçlarını karşılayarak kömür yardımında bulunmuştu. Onur Fm radyosu aile için kampanya başlatmış ve kısa sürede ailenin geri kalan üç çocuğu için gerekli yardım toplanmış ve babaya iş ayarlanmıştı.
Soğuk ve sefaletten canı yanan aile, yapılan yardımlarla azda olsa gülümsemişti ancak Anne Songül Yaman’ın mezarlıktaki son sözleri hala kulaklarımızda çınlıyordu:
“Ömrümün sonuna kadar seni unutmayacağım Gökmen, sen benim gönlümde ayrı bir yara olacaksın.”
KADRAJIN ÖTE YÜZÜ ADLI KİTABIMDAN...