Dini tartışmalarda düşülen metodolojik hatalar
Prof. Dr. Mehmet Salih GECİT
İnsanın diğer canlılardan en belirgin farklarından biri, yaptığı her şeyin arkasında bir düşünce sürecinin olmasıdır. İnsan, bir şey yapmadan önce onun doğruluğunu sorgular ve karar verir. Bu düşünce süreci, insanı hataya düşmekten koruyan bir mekanizma gibi çalışır. Ancak "beşer şaşar" prensibi gereği, hatalara düşmek de insana özgüdür. Hataya düştüğümüzde, bu hataları tespit edip düzelme gayreti içinde olmak, hem bireysel gelişimimiz hem de toplumsal barış için önemlidir. Özellikle dinî tartışmalarda bu hataların daha da büyük bir öneme sahip olduğu açıktır. Zira dinî meselelerde yapılan metodolojik hatalar, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de ciddi yanlış anlamalar ve bölünmelere yol açabilir.
Bu nedenle biz müslümanlar evvela hata yapmamak için azami dikkat göstermeli, ama "beşer şaşar" prensibi gereği hataya düştüğümüzde de düşme sebeplerimizi araştırıp tespit etmeliyiz. Böyle bir marifete ve meziyete sahip olmanın başarılı olmada son derece önemli, hatta zorunlu bir görev olduğunu belirtmek gerekir.
Bu yazıda, dinî tartışmalarda karşılaşılan bazı metodolojik hatalara değinecek ve bu hataların sebeplerini, ayet ve hadislerle örnekler vererek açıklamaya çalışacağım. Böyle bir yazı yazma sebebimiz şudur: Son yıllarda İslami konuları tartışmaya açan ve gece gündüz tartışma ile ümmetin gündemini meşgul eden birçok modernist, reformist, mealist yazar, akademisyen, medyatik şahıs dini konuları tartışırken konuyu aşırı yönlere götürmekte, insanların zihinlerinde şüpheler uyandırma amacına matuf gayretlerde bulunmaktadırlar. Onların bu tür yanlış tavırları üzerinde yaptığımız derinlikli tahlillerimiz neticesinde “dini tartışmalarda hatalara düşme sebepleri” arasında belli başlı birkaç tanesinin bulunduğunu tespit ettik. Aşağıda bu sebeplerden birkaç tanesini birer örnekle açıklamaya çalışacağız.
1. Teşbih ile Kıyasın Karıştırılması:
Teşbih ve kıyas, birbirine benzeyen ancak farklı kavramlardır. Teşbih, iki şey arasında benzetme yapmaktır. Teşbih edilen iki şey esasında mahiyet ve temel özellikler açısından birbirinden ayrı seylerdir, ama aralarında bazı benzerlikler vardır. Kıyasa gelince unutmamak lazımdır ki, kıyas edilen şeyler birebir aynı şeylerdir. Burada benzerlik değil, aynilik vardır. Örneğin fil ile fare, su ile içki arasında benzerlikleri vardır. Ama mahiyet itibarıyla farklıdır. Buna karşı iki insan, iki hayvan, iki mermer, iki altın farklı görünse de mahiyet itibarıyla birdir. Bu açıdan kıyas edilebilir. İşte dini konularda da benzerlikten hareketle nihai karar vermek doğru değildir. Örneğin ahiretteki şefaati dünyadaki torpille benzetmek doğru değildir. Peygamberlerin zellelerini normal insanların günahlarına benzetmek doğru değildir. Allah'ın ilmi, iradesi, sıfatları ve fiillerini mahlukatın sıfatları ile benzetmek, sonra aynîleştirmek doğru değildir. O nedenle güncel dini tartışmalar konusunda bu iki farka dikkat çekmek ve ileri sürülen bir çok iddiada bu iki farklılığın nüans yönünü unutmamak gerekir.
2. Sebeb-i Nüzul ile Sebeb-i Vürûd’un Yok Sayılması:
Bir ayetin ya da hadislerin hangi şartlar altında indiği ya da söylendiği, o metnin doğru anlaşılması açısından son derece önemlidir. Sebeb-i nüzul, bir ayetin nazil olma nedenidir, sebeb-i vürûd ise hadislerin ortaya çıkma gerekçesidir. Bu iki hususun göz ardı edilmesi, metinlerin bağlamından kopmasına yol açar.
Örneğin, "Ve onlara (yani müşriklere) karşı mücadele edin ki, fitne kalmasın" (Bakara, 2:193) ayeti, savaş zamanında inmiş ve belirli bir bağlamı vardır. Bu ayetin genel geçer bir savaş hakkı verdiği düşüncesi, sebeb-i nüzulün göz ardı edilmesi nedeniyle yanlış olur. Sebeb-i nüzul dikkate alındığında, bu ayet belirli bir toplumsal ve askeri bağlamda geçerli olmuştur ve bugün için farklı bir durumu ifade etmez.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in hadislerinde de her sözün ve her hükmün ortaya çıkma sebebine dikkat edilmesi gerektiği alimler tarafından vurgulanmıştır. Bir hadis, söylendiği zaman o anın şartlarını bilmeden yorumlanırsa, yanlış sonuçlara gidilmiş olur. Bu nedenle bazı hadisler konusunda hataya düşmenin sebeplerinden birisi de varid olan hadislerin sebebini göz ardı ederek yüzeysel bir hüküm vermek ve böylece parçacı, eksik, vakıaya aykırı sonuçlara gitmektir. Bunun dini konularda büyük hatalara düşürme tehlikesi vardır. Alimler bu konuda şu kaideyi koymuşlardır: "Sebeb-i nüzulun hususi olması, hükmün umumi olmasına mani değildir!"
3. Âyet ve Hadisleri Bağlamından Koparmak:
Dini metinleri bağlamından kopararak anlamak, en yaygın yapılan hatalardan biridir. Her ayet ve hadis, belirli bir zaman diliminde, bir olay karşısında, belirli bir toplumsal yapıda anlam bulmuş metinlerdir. Bunları günümüz koşullarına olduğu gibi aktarmak, onların gerçek anlamını kaybettirir. Aynı şekilde, bir ayeti ya da hadisi alıp bağlamından kopararak, kişisel yorumlarla farklı bir anlam yüklemek de yanlıştır. Günümüz modernist ve oryantalist yazarların en sık baş vurduğu tahrif yöntemlerinden birisi de budur.
4. Mutlak-Mukayyed, Mücmel-Mübeyyen Kavramlarının Karıştırılması:
Kur'an ve Sünnetin bazı hükümleri mutlak (kesin ve her zaman geçerli) iken, bazıları mukayyed (şartlı ve belirli zaman ve mekanlarla kayıtlı) olabilir. Bu farkın gözetilmemesi, yanlış anlaşılmalara yol açar. Aynı şekilde, mücmel (genel) olan bir ayet ya da hadis, mübeyyen (açıklayıcı) bir açıklama ile detaylandırılmalıdır. Ayet ve hadisleri birbiriyle birlikte bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekmektedir. Aksi takdirde farkında olmadan bir çok metodik hataya düşülecektir.
5. Ben Merkezli Anlayış ve Şahsi Kanaatlerin Kur’an diye Telakki Edilmesi:
Birçok kişi, şahsi görüşlerini ve kanaatlerini dinî hükümler gibi telakki edebilmekte ve bunu toplumda yaygınlaştırabilmektedir. Bu, çok tehlikeli bir hata olup, bazı hadislerde açıkça yasaklanmıştır. “Kim bilgisi olmadığı halde Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, ateşteki / cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizî, bu hadisin hasen ve sahih olduğunu belirtmiştir- Tirmizî, tefsir, 1).
“Kim bilerek bana yalandan bir söz isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın. Kim de bilgisi olmadığı halde kendi görüşüne / fikrine dayanarak Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, ateşteki / cehennemdeki yerine hazırlansın.” (a.g.e., Bu hadis hasendir.)
“Kim de (bilgisi olmadığı halde) kendi görüşüne / fikrine dayanarak Kur’an’la ilgili söz söylerse / Kur’an’ı tefsir ederse, o konuda isabet etse bile hata etmiş olur.” (Ebu Davud, İlim, 5; Tirmizî, -bu hadisin garip olduğunu söyleyerek zayıflığına işaret etmiştir- a.g.e). (Bkz. https://sorularlaislamiyet.com/bir-kimse-ilmi-olmadan-bence-bana-gore-diyerek-kendi-aklina-gore-kurani-aciklarsa-islami-anlatirsa-0)
Kur’an, Allah’ın kelamıdır ve hiç kimse onun anlamını kişisel kanaatlerine göre değiştiremez veya yorumlayamaz. Bu da insanın nefsani duygularıyla dini hükümleri saptırmaması gerektiğini ortaya koyar.
6. Aşırı Zahirci veya Aşırı Bâtıncı Olmak:
İslami ilimlerde, hem zahirî (görünür) hem de batınî (derin anlamlar) bir anlayışa sahip olmak gereklidir. Aşırı zâhirci olmak, dinin yalnızca dış yönleriyle ilgilenmek ve derin anlamlardan uzak kalmak anlamına gelir. Aşırı bâtıncı olmak ise, metinlerin anlamlarını sürekli olarak batınî yorumlarla değiştirmeye çalışmaktır. İslam tarihinde müslümanları tekfir edip öldürme fetvası çıkaran, kafirlerden çok Müslümanlara karşı savaşan Hariciler aşırı zahirci kesimlere örnektir. Aynı şekilde Müslümandan başka kimseyi düşman görmeyen ve Müslüman ulema ile umeraya suikastlar düzenleyip İslam toplumunda terör estiren batıni ve Haşhaşiler de aşırı batıncılara örnektir.
7. Aşırı Nakilci veya Aşırı Akılcı Olmak:
Dinî tartışmalarda yapılan bir diğer hata, yalnızca nakilci olup akli melekeleri devre dışı bırakmak (sadece hadis veya ayet nakletmek, ancak bunları insanları ikna edecek şekilde açıklamamak) veya yalnızca akılcı olmak (her şeyi akıl yoluyla açıklamaya çalışmak) ve bu dengeyi kaybetmektir. İslam'da her iki metodun da bir arada olması gerekir. Fahreddin Razi bir sözünde şöyle der: “Naklin zahir ifadelerini, aklın kati delaletine tercih etmek yanlıştır. Çünkü nakil, aklın feridir (naklin/nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı) delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i (nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O halde tek bir çıkış yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delaletini asıl kabul etmektir. (bk. Mealimu Usuli’d-Din, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Lubnan, ts., 1/48)
Bediüzzaman Said Nursi de der ki: “Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.” (bk. Muhakemat, s.12).
Netice olarak şunu söylemek gerekmektedir: Dinî tartışmalarda yapılan metodolojik hatalar, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde büyük yanlış anlamalar ve ayrışmalar yaratabilir. Bu hataların farkında olmak, hem doğru bilgi edinmeyi hem de dini değerleri sağlıklı bir şekilde yaşayıp yaşatmayı mümkün kılar. Kur'an ve Sünneti doğru bir metodoloji ile anlamak, her Müslümanın üzerine düşen bir sorumluluktur. Ayet ve hadislerin doğru anlaşılması, doğru uygulanması ve doğru yorumlanması, yalnızca bireysel değil, toplumsal barışın temin edilmesinde de büyük bir öneme sahiptir.